Saat 06:00.
Alarmla kalktı yatağından Eylül. Bir kısmını odada bırakarak, uykusuz gözlerinin morluğunu tarihi geçmiş fondöteniyle kapatmaya çalışıyordu. Entel olacaktı, öyle görünecekti. Bu istek sabahın 6’sında sıcacık yatağından kaldırıyordu onu.
En az iki buçuk saat yol gitmesi gerekliydi çünkü. O semtte entel değil dantel olunuyordu sadece, o da vitrindeki çeyizlik porselen takımının altında oluyordu sadece.
Buluştular Pelin’le metrobüs durağında.
Metrobüs geçti. Bir tane daha, bir tane daha derken entel olmaya gidemeden yorulmuştu bu sevdadan, ama çaktırmadı tabii. Entel olmanın ilk şartıydı bu, her daim kendinden emin görünmek ve asla şikayet etmemek. ‘Cool’du anlayacağınız. Tam burnu düşecekken o da ne!
Kapıyla burnu arasında beş santimetreden az kalabilecek bir boşluk buldular metrobüste. Tavşan kulaklı telefonuna çingene pembesi kulaklığı takıp Cengiz Kurtoğlu dinleyerek koyuldular yola. Her kapı açılışında vazgeçmek istedi ama yok o burun düşmeyecekti. Hani burnuna sorsa çoktan düşmüştü…
Metrobüs, otobüs, minibüs vb. her türden ulaşım aracına binip sonrasında biraz da tabanvayla ulaştılar olmak istedikleri ruhun mekanına.
Sokak ortasındaki bir masaya oturdular. Evvela güneş gözlüğü ve telefon kondu ortaya. Bu da ikinci şarttı.
Hepsi nescafe, su, süt ve şekerin farklı karışımlarından oluşan, fakat dünyanın en yeni, en iyi buluşuymuş gibi gösterilen kahve türlerinden ismini söyleyemediği için menünün arasına sıkıştırdığı parmağıyla isteğini iletti garsona.
Sonra, çevresine bakınmaya başladı. Masalarda bununkilerden fazlası vardı. Özellikle de erkeklerin masalarında güneş gözlüğü ve telefona ek olarak son model bir araba anahtarı ve içerisinde sadece kredi kartları bulunan cüzdanlar…
Bu da üçüncü ve değişmez kuraldı: nakit taşımamak!
O sırada ismini cismini bilemeden seçtiği kahve geldi. Gösterilenle sunulanın alakası olmayan bardakla göz göze geldi. İlk yıkım buydu. Sonrası ise ilk yudumda gelecekti.
Yüksek kahkahaların duyulduğu yan masaya kulak misafiri olmaya çalışırken buldu kendini. Evet Pelin’le tek kelime konuşmadılar. Mahalledeki üçüncü sınıf butikten aldığı kazağı burada konuşmak olmazdı çünkü. Duyduğu kahkahalar kulağını tırmalarken anladı.
Ve döndü Pelin’e:
Onlar entelse, biz danteliz. Kalk kız kebapçıya gidiyoruz.
Yaldızlı işlemeli dua asılı olan kapıdan girdiler. Gelen kokularla burnu şimdi bayram ediyordu. Cam masanın arasına sıkıştırılmış seçeneklere bakarken dudaklarını ıslatıp yutkunurken; fonda Ebru Gündeş şarkılarıyla kendini bulmuştu.
Entel ruh ölümüne arabeskti. Hatta arabeskin starı Bergen’di.
Kıvırcık saçlarıyla yüzünün yarısını kapatıp şarkıya mırıldanarak eşlik ediyordu.
İlk olarak ayran geldi masaya, malumunuz milli içkimiz. Ayranla sarhoş olabilen tek milletiz. Eylül de kanıyla, canıyla bu milleti temsil ediyordu.
Ruhlarını ve karınlarını doyurduktan sonra bir de ufak çay içip çıktılar mekanlarından, dönüş yoluna geçtiler. Akbilini bastı, tam turnikeden geçecekti ki yetersiz bakiye sesi inledi.
Baktı cebindeki paraya… Ne olduğu belli olmayan, ismini hala söyleyemediği hatta tam olarak hatırlayamadığı kahveyle göz göze geldi yine…Taktı yine kulağına Cengiz’i, metrobüsün titreyen camına dayandığı başıyla ‘Duvardaki Resim’ şarkısına eşlik ederek döndü evine..
** Ya olduğun gibi, ya da göründüğün gibi.. **